Toplum Düşmanı (Düşünce Notları)
Rafet Arslan
Son Yaya, romantik-bilimkurgu yazarı Ray Bradbury’nin kuşkusuz en güzel öykülerindendir. Hikaye sokağa çıkmanın anlamsızlık-norm dışı olmak anlamında (ki burada hukuktan çok yaratılmış hakim ahlaki kodlar devrededir) yasak olduğu geleceğin dünyasında geçer. Herkesin güvenli tekno-hücrelerinde gönüllü bir yaşamı sürdüğü bu dünyada, bir gün yaşlı bir entelektüel terk edilmiş bom boş şehirde gezintiye çıkar. Okumak için geniş alt metinler sunan öykünün kuşkusuz en önemli detayı, sokağa çıkma-gezme suçu işleyen son yayanın, politik bir suçlu değil; deli olarak kabul edilip tımarhaneye kapatılmasıdır. İktidarın son kertede arzusu, direnişin kendisini ‘delilik’ olarak kabul edip, sterileştirmek, tedavi etmektir.
*
Toplum düşmanı olabilmek için demiştik ilk başta. Post-modern günümüz koşullarında kuramın buna yanıtı minör ya da majör politika benimsenmesi üzerine kuruludur.( Bunda kuşkusuz özellikle 68 ile birlikte ölümü ilan edilen üniversitenin kuram üstünde merkezi konumu almasının payı vardır. Küçük burjuvazi her zaman en öznel konumunun meşruluğu üzerinden kuram ürete gelmiştir, sonuna kadar pragmatisttir).Oysa, var olan durumların eleştirisi, yadsınması, yeni durumlar yaratılmasına dair bir özgürleşme girişimi içinde minör aynı zamanda majör, majör de aynı zamanda minör olandır. Yani ‘politika’ en minör haline getirilmeden, majörleşemez. Yani tutkularının özgürleşmesi, akla karşı düşüncesinin özgürleşmesi, kendini bilme-idrak etme, kişinin kendi deliliği ile yüzleşme sürecini yaşaması gerçekleşmeden majör bir politikanın sadece nesnesi olabilir. Minör denile gelen politikanın öznesi ise yine yığınlardır, ama küçük ve dağınık yığınlar. Kimlik politikası olarak adlandırılan hadise bu politikanın topluluklarını oluşturur: Siyahlar, kadınlar, yeşiller ile başlayıp çapraşık formüllere uzanan 30-40 yıllık bir süreç.Burada yine yoğunlaşmış gösterinin formlarına dönüşmüş politik açılımlara çıkarız. Minörlere karşı majörler, majörlere karşı minörler…Oysa kendine majör diyen de minör diyen teoriler de ‘toplum’ düşüncesinin, yani harekete geçirilmek için çağrılan kalabalıkların gölgesine karışmaktadır.
*
André Breton; Üçüncü 1 Sürrealist Manifesto için Ön Kavramlarının girişinde, dikkat çekici bir şekilde her radikal düşüncenin yozlaşmaya ne kadar açık olduğunun altına çizer. Diğer örnekler (Rimbaud’u oyunlarına katmak isteyen Katolikler, sağcı ve solcu sapmalarla param parça edilen Hegel öğretisi…) yanında psikalizin yozlaşması sürecini gündeme getirir: Freud’un ölümü psikanalitik düşüncenin geleceğinin belirsizleşmesi için yeterli oldu ve bir kez daha, bir ölüm, özgürleştirici örnek bir aracın, bir zulüm ve baskı aracına dönüşmesine vesile oldu…Her ne kadar Sürrealizm, post-modern dönemle papası olan eskide kalmış bir kiliseye indirgenmeye çalışılsa da, bu erken tespit tarihsel önemdedir. Ki Breton’un şahsının psikanaliz eğitimi alan bir hekim ve Freud ile tanışmış bir düşünce eri olmasını da unutmamak gerekir. Daha 1928 tarihinde Nadja romanın yazılmasına neden yaşanmışlık döneminde psikiyatri kurumuna en sert eleştirilerde bulunduğunu da hatırlayarak. Bunun sonucu olarak psikiyatristler tarafından bir karşı karalama kampanyasının hedefi de olmuştur. Bu suçlamalar hakaret ile başlayıp Breton şahsında cinayeti teşvik iddiasına değin sürmüştür. (biliyorum ki eğer deli olsaydım ve günler boyu hapsedilseydim, aklımın başında olduğu bir anlık süreyi şunlardan birini öldürmek için kullanırdım, tercihen bir doktoru/Nadja-A.Breton)
Kuşkusuz daha başından beri Sürrealist hareket için psikanaliz ve psikiyatri bam başka şeylerdi. Hatta psikanalizin bir sistemden, tedaviden, yöntemden öte, Sürrealistlerce bir özgürleşme stratejisi olarak ele alındığını hatırlamak gerek.Psikanalizin gözden düşmesi ile Sürrealizmin etkisizleşmesi süreci kuşkusuz bir gün üstüne eğilinmesi gereken bir analojidir. Bu gün post-modernizmin dağılan tozu-dumanı arasında bu düşünsel sorgulamalara açık, radikal bir düşünce ufku nihayet mümkün, en azından Feral Faun’un şahsında toplum düşmanı bir liberterin bu süreci başlattığından söz edilmelidir. Kuşkusuz aynı zamanda nedeni ve sebebi olduğu genç avand garde tarafından (devrimci sürrealistler ile başlayıp Yeni Bauhaus, Cobra, Letrristler ve Situasyonistlere dek) politikasızlığı, pratikten kopuk sanatçılığı yüzünden eleştirildiği dönemlerde, Breton şahsında Sürrealizmin Haiti de bir ayaklanma tetikleyicisi olması üstüne de düşünülmelidir. 21. yüz yılın dünyasında Guantanamo karşıtı uluslararası Sürrealist kampanyaları ya da Atina Aralık 2008 ayaklanmasına Sürrealizmin desteği…
*
50’li yılların sonundan itibaren İngiltere, Fransa, İtalya ve Amerika merkezli bir anti-psikiyarti hareketinden bahsetmek gerekli. Kuşkusuz bu hareketin ufku psikiyatrların devrime katılımı, kendi iktidarlarını reddetme alanlarının çok ötesindedir. Yani belli bir alana dair minör bir hareket olarak çıktığı anda, bu hareket tıp-bilim-ilerleme-kapatılma-gözetim gibi sorgulamalarla sokağa yönelik bir politik harekete ve aynı zamanda direnişe dair de bir kuramsal arayışa dönüşmüştür. Anti-psikiyatri hareketi sadece devletlerin tıp politikasıyla sınırlı kalmamış, psikanalizden varoluşçuluğa bir düşünce geleneği ile de radikal bir hesaplaşmaya girişmiştir.Ama, bu hareketi bu günden daha iyi görebilmek adına biraz uzaktan bakmakta, farklı görme biçimleri kullanmakta fayda var. Çünkü Freud düşüncesinin en merkezi kabul gördüğü, bir nevi hükümranlığını yaşadığı Avrupa ile doğu da ya da batı dışı her hangi bir coğrafi bölgede durum farklıdır. Örneğin Cezayir de F.Fanon şahsında psikanaliz yeni-sömürgeciliğe karşı bir silaha çevrilmiştir. Aynı dönemde psikalanaliz Batı’daki uygulamanın çok ötesinde, bürokrasi eliyle Sovyetler de rejim muhaliflerine karşı bir silaha çevrilmişti. Ya da Ayhan Songar’ların yeni frankeinstein’lar olarak yaratıldığı ülkemizde. Ki bu durum sadece açık baskı dönemleri ile sınırlı değildir. Ece Ayhan’ın andığı gibi bizim tımarhanelerde psikanaliz süreçleri değil, güllabici odunları işlevseldir. Ki şahsen 2000’li yıllarda bir üniversitenin kapalı bölümünde yatağına işediği için sağlık memurları ile tartışan ve sonucunda yatağına kalın-deri kemerlerle bağlanmış insanları gözlerimle görmüştüm.Biz de terapinin yaygınlaşması sanırım toplumsal travmanın kitleselleşmesi süreci ile olmuştur, ki bu da 80 sonrasına aittir. Yani bu konum da analiz pratiği Avrupa’nın yaklaşık 60 yıl gerisindedir. Düşünsel anlamdaki çoraklığı hiç hesaba katmıyorum zaten, ortada çevrilmiş Escricts yokken, Freud’un tüm eserlerinin gerçek bir edisyonu yapılmamışken, 80 sonrası anti-psikiyatri en azından Şizofrengi dergisi ile tartışma ortamına girmiştir(ve aynı dönemde post-yapısalcılık). Yani psikanaliz nasıl hep seçkin sınıfa ait bir şey olarak var olmuşsa bu ırak ülkede, anti-psikiyatri de aynı şekilde var olmuştur.Toplumsal Gerçek’ten kopuk bu düşünsel evren ile ilgili en son örnek kuşkusuz İtalyan Otonom Marksist geleneğin ülkemizdeki şekliyle gündeme girmesidir. Çeviri üzerinden gelişen düşünce ufku, kilise babalarının dönemine benzer bir dogmatizm, bir tür uyarlama, öznelliği kuşatma tehlikesine dönüşüverir, hem de özgürleşme adına. Hakim olan mantık çeşitli dönemlerde çeşitli düşüncü mecralarını bir anda, hiç de tartışmadan, bir zemine oturtmadan, merkeze almakta ve bir süre sonra unutulmaktadır. Ardından yeni bir dalga isim, okul, kuram, alelacele, toz duman içinde merkeze oturtulur. Ard arda kitaplar çıkar, dergiler dosya yapar, konferanslar, kongreler yapılır ve sonra sessizlik. Bu durum popüler kültür ikonların yükselme-sönme dönemleri gibi idraktan, ruhsallıktan ve praxisten kopuk sürer gider. En azından son 20 yıllık ülkemizin kuramsal düşünce akışına böyle yön verilmiştir. Bu sahte gerçeklik dizgesi artık kırılmalı, kuram eyleme ve özgür düşünceye verilmelidir. .*Anti-psikiyatri hareketinden önce, kuşkusuz psikanalizin kendi içindeki kırılma noktalarını deşmemiz gerekecektir. Freud’un öğrencisi Frenczi’nin Freud’a olan aşkına ve psikanaliz tarihindeki yerine(!). Hem uluslararası psikanaliz derneğinden hem de komünist partiden kovulan, nazilerin boy hedefi olup, oradan kaçtığı liberal Amerikanın hapishanelerinde FBI’ca katledilen, proleteryanın sınırsız döl bereketi savunusunu Sex-Pol ile pratiğe çeviren Reich’a dönmek gerek.Psikanalizi bir bilinçdışı bilimi olarak yeniden tanımlayan ve Freud’un en büyük eleştirisini yapan Lacan’ı hatırlamakta fayda var. Ki gençlik yıllarında şiirlerini Sürrealist dergilerde yayınlayan, paranoya tezi için Dali’yi birkaç kez atölyesinde ziyaret eden, hayat kavşakların da yolu A.Masson, Bataille ile kesişen Lacan’a.Normallik, delilik ve tedavi kavramları olan bir Freud’a karşı, her insan evladının kendi hastalığını, ayna evresinde yaşadığı ve ömür boyu taşıyacağı temel travma ile mücadele adamı olarak Lacan. Aynı zamanda 68 Mayısın da ders vermeye devam eden, eylemci öğrencilerin sistem savunucusu ilan ettiği Lacan. Ama aynı zamanda 81 karısı Helen’i boğan Althusser’i savunmasını üstlenmekten çekinemeyen Lacan.
*
Toplum düşmanı kavramı üzerine ilk düşünmeye-not almaya başladığımda, sorun kuşkusuz politik olduğu kadar aynı zamanda metafizik alanındaydı kuşkusuz. Çünkü topluma karşı düşünce üzerine yoğunlaşınca ister istemez tarihsel bir süreç ya da bilgi arkeolojisine girmek kaçınılmaz. Topluma karşı olan kişi kuşkusuz onun ötesinde, dışında olmak durumundadır.(her ne kadar Foucault buna imkan vermese ve bu imkansızın kendisinin direnişin şartı olduğunu söylemesine rağmen).Sonuçta dönüp dolaşıp sürrealizmin 20’lerin başında yaptığı listelemelerdeki isimlere geri dönüyorduk: Sade, Hölderlin, Rimbaud, Lautreamont, Nerval, Breton… Yani toplumun dışında var olma pratiklerine ya da daha açığı trajedilerine. Ki Sürrealizmin kendisi de Vache, Artaud, Zürn gibi isimler ekleyerek topluma karşı direnişçi listesini genişletmiştir. Birinci manifestonun girişi çocukluk, delilik ve meczup ya da voyant olarak şairi aynı konumda ele almıştır. Ki bu konum kuşkusuz toplumdışı, karşıtı bir konumdur.Ama iktidar toplumdışına dair kategorileri baskılama da uzmanlaşmıştır, çünkü toplumdışını toplumun kendi varlığına karşı bir tehdit olarak görür. Toplumdışına, toplumun ayırdığı yer tecrit ve kapatılma olacaktır. Çocukluğu disipline etmek için aile ve oidipus vardır. Eylemci, şair ya da deliye karşı hapishaneler ve tımarhaneler olacaktır.Foucault toplumdışını, bir nevi politik özne halini getirmiştir. Homoseksüelliğin, uyuşturucu kullanımının ya da Sado-Mazoşizmin kimlik siyaseti ile bağlantısı yoktur. Aksine bu mikro alanlar Foucault için direnişin başlangıç noktalarıdır. İktidar teknikleri-aygıtları üzerinden yaptığı arkeolojisi kuşkusuz bilimsel bir yaklaşım taşır, metafizik değil. Ayrıca toplum düşmanı bir politika Foucault’un yapıtında temel bir rol oynamaz. O, toplumsal beden üstüne düşünmemiz için soru işaretleri atmıştır, ama pratik politik bir açılıma girişmeyi göze almamıştır. Bir nevi topu taca atmayı tercih etmiştir.Kuşkusuz topluma karşı düşünce, iktidar teknikleri yanında felsefe geleneğinde toplumu, çoğunluğu çağıran felsefi gelenek ile hesaplaşmak zorundadır. Bu da kuşkusuz bilimsel araştırmalardan çok, metafiziğin alanındadır.
Bizim kuşağın ilk gençliği (70’lerin başında Türkiye de doğmak!), toplumların evrim sürecine dair sol-Hegelci saptamalara kafa yorarak geçti. İlkel toplumdan köleci topluma, köleci toplumdan feodal topluma geçilmişti. Tarih bir anlamda toplumların evrim tarihi olarak okunuyordu. Burjuva topluluğun, örneğin 1789 devrimi için oluşma sancısındaki işçi sınıfına ve eskimiş pastoral sınıfa ihtiyacı vardı. Bu ilerlemeci modelin anarşist felsefedeki karşılığı olarak Kroppotkin düşüncesini verebiliriz. İlerleme düşüncesi bu süreçte halkçı düşünce ile hep iç içe geçmiştir. Modern dünyanın demokrasi temsilini sahnelemesi için ilk gerekli element halktır. Tarih üzerindeki satranç hep yığınlar üzerinden oynanır. Demokrasi ise genellikle çoğunluk tahakkümünün maskesidir.Bu günün post-modern dünyasında temel/kurucu söylem toplumun-toplumların-yığınların mutluluğu, refahı üzerinden şekillenmeye devam etmektedir. Çok-uluslu sibernetik kapitalizmin küresel tahayyülleri yığınların özgürlük ve demokrasi söylemleri üzerine oturtulmuştur. Keza bu yeni düzene muhalefet eden geleneksel sol-anarşist-demokrat hareketlerin de temel tahayyülleri toplumların-halkların mutluluğu için eşitliği ve gerektiğinde pozitif ayrımcılığı sağlamaktır.
21. yüzyıl başında özgürlük söyleminin hesaplaşması gereken kavramlarda halk, toplum, çoğunluk, demokrasi, ilerleme gibi ideolojik kurgular, Türkçesi yalanlardır. Topluluğun, halkın, insanlığın, sistemin kendisine dönüştüğü gerçekte; özgürlük arayışı toplum düşmanı olmak zorundadır. Artık gelinen noktada sistem ya da Matrix dışsal bir olgu değildir. Yığınların sürekli ürettikleri-tükettikleri-yeniden ürettikleri, yaşattıkları, ayakta tuttukları, oyladıkları-onayladıkları yerelden küresele iç içe büyümüş virütik bir ağdır.Kant-Hegel merkezli aydınlanmacı gelenek hep çoğunluğa, evrensele varıncaya dek kalabalıklara gönderme yapa gelmiştir. Bu eksende gelişen muhalefet hareketleri de kelimenin Althusserci anlamıyla seslendiği şey özneler değil, hep yığınlardır. Onlar için refah, demokrasi, eşitlik istenir ve bu çağrıları muhatap alıp; onu büyütmeleri.
Yani Matrix örneğindeki gibi kozaların içinde uykuya yatmış insanlar, yığınlar, halk vardır; öncüsünün silkelemesiyle gözlerini fal taşı gibi açacak, silkinecek, ayağa kalkacak. Bu ön kabule biz ‘zion travması’ diyoruz. Zion, sistem ya da Matrix’in defalarca kurup-yıktığı hesaplanmış bir hata payı iken. Modern dünyanın, 21. yüzyıla dayattığı vahim miras safların sıklaştırılmasıdır.
*
İlk kuşak RAF (gösterinin söylemi ile Baader-Meinhof hizbi) üyeleri toplumdışına çıkmadan özgürleşemeyeceklerinin, eyleme geçemeyeceklerinin farkındaydılar. (Alman halkını örgütleme ya da Batı Almanya da devrim yapma gibi ham hayallere kapılmamaları bunun delilidir). Bu yüzden hareketin kuruluş bildirgesi çekirdek kadronun, kelimenin net anlamıyla yeraltına geçmeleri, birey ya da yurttaş olmayı reddetmeleri olacaktır.Orta sınıf sanatçı- entelektüellerden oluşan bu çekirdek kadro için dışsal ya da volantarist yöntem ile yapılan seçim SPK(sosyalist hastalar kolektifi)’ni oluşturan insanlar için doğal bir sürecin sonucu olarak doğmuştu. Çünkü onlar zaten toplumun dışındaydılar, psikotiktiler, hastaydılar. Bu yüzden tartışılmayı gereken şey RAF’ın nasıl oluşturulduğundan çok, SPK’nın nasıl organik olarak var olduğudur.Onlar hiçbir şey kurmadılar, sadece toplumdışında (ki toplum onları asla kabul etmedi) yaşamaya çalıştılar ve buna izin verilmedi. Bu noktada var olmak adına silahlandılar, ufukta gözlerini kamaştıran sadece kara ölüm olsa da…
*
Deli, sorumsuz hakikattir
M.Foucault
Foucault ortaçağda deli sözüne tanınan özel statüyü, bir nevi ayrıcalığı dile getirmiştir. Bu günün dünyasında ayrıksı söylem olarak delinin sözünün yanına edebiyatı da ekler. Edebiyat 19. yüzyıldan itibaren ‘tümüyle anarşist bir söz halini aldı, kurumsuz söz oldu, tüm diğer söylemlerle kesişen ve onları tahrip eden, derinlemesine marjinal bir söz’ olmuştur. Bunu yapabilmek için deliliği uyuşturucu vb ile deneyimlemeye çalışmış ya da düpedüz delirmiştir. Bu tespit ile Foucault toplum dışı, deli, junky, şair tanımlamalarını olağan şüpheliler olarak yan yana getirir.William S. Burroughs toplum dışılığını ailesinden gelen servet ile satın almamış mıdır? Ki ‘uygar’ batı buna bir yere kadar izin vermiş, vermediği noktada Tanca ya da Meksika gibi hala toplumsal beden de loşluklar barındırabilen arabölgelere ricat etmiştir. Tabi her şeye rağmen savaş sonrasının liberal dünyasıdır söz konusu olan, daha eskilere gidersek toplumdışının durumu daha trajiktir.
Sade Markisi soyluluğu ve itibarı bir süre kendisini koruyabilmiş, giyotinden kurtulup Bastille’e ve oradan devrim sonrası tımarhaneye gönderilmiştir. Ama sonuçta W.S.B’da Sade’da arzularına sarılmışlardır, haz almak, zevki sonuna dek yaşamak isterler ve ortak bir semptomları vardır: sürekli, her koşulda yazmak. Sade yeni bir insan hakları beyannamesi talep etmiş, Fransızları cumhuriyetçi olmak için biraz daha çabaya davet etmiştir. Başkasının bedenini istediği gibi kullanma hakkını talep ederken ya da binlerce sayfa şiddet romanları yazarken, Sade kuşkusuz anlaşılmak ve hatta olduğu gibi toplumca kabul edilmek istemiştir. Haz alan ve bu hazzı sonuna kadar yaşamayı toplumdan isteyen, ‘beni anlamak için biraz daha çaba lütfen’ diyen bir Sade vardır karşımızda.Bu figürün karşında ise yazmayı en parlak döneminde bırakan, gemicilik, tacirlik, serserilik, köle ticareti yapan ve sürekli acı çeken Rimbaud vardır. Yani toplumdışı azizliğin 2 farklı ucu, kavranışı daha doğrusu yaşanışı. Rimbaud kendini anlatmak, anlaşılmak, kabul edilmek istemez, çünkü cehennemdir aradığı. Haz talebi geri plana düşmüştür, çünkü evrensel acıya, yalnızlığa gark olmuştur ve toplumun kesinlikle dışındadır, onunla iletişime(yani yazmaya) son verecek kadar. Rimbaud’un vardığı nokta saf, kusursuz nihilizmdir kuşkusuz, ama bu yola gelinceye dek arkasında suç delilleri bırakmıştır Rimbaud. Vache ise başarılı bir sanatçı-düşünür olabilecekken hiç bir yapıt üretmemeyi, arkasında hiç iz bırakmamayı tercih etmiştir. Sanırım yazma-üretme eyleminin iletişime geçme, ikna etme, ayartma, yardım isteme farklı okumaları yapmak, yaratıcıların farklı üretme-yaşama süreçlerinde, topluma karşı farklı konumlar alabildiklerini kabul etmek gerek. Kafka örneğinde yapıt imha edilmek üzere, o yapıtı en son yakacak kişiye verilir.
Hölderlin’in kapatılması sırasında yüzüne gülen şansı intiharını engelleyememiştir. Gerçeklik ile tüm bağını Jenny Collon imgesine terk eden Nerval, ancak ayyaş olarak insanlığa katlanabilen Poe, Tanrıya ve insana savaş açan Lautreamont, mutluluğu yaşayacağı değil beraber öleceği partnerinde arayan Von Kleist, uyuşturucu ile ölmeyi seçen Anna Kavan, hayatı acı, dışlanma, kapatılma ile geçen Artaud… Topluma karşı intihar edenlerden bir derviş listesi kuşkusuz çıkarılabilir, ama bu trajedi zaten topluma karşı bir hareketi baştan imkansız bir çaba düzeyine indirir.
Toplumun zulmünden korunmak için göçebeliği ve akıl sağlığına sarılmayı seçmiş ama nefretini kusmaktan hiç geri kalmamış Michaux’u burada anmak gerekir. Kuşkusuz bireysel bir direniştir ama yine de direniştir. Tüm bunlara rağmen, Foucault’un gündelik hayattaki iktidara karşı direniş önerileri, minör bir toplumsal siyasetin parçasıdır. Toplu bir reddiye içinse, 2. dünya savaşı ardı yaşanan bu kaotik dünyada yeni avand garde’ı ve onların nihilizm sorununa yaklaşımını dikkate almak gerek. Yeni avant garde toplumun karşısına yeniden toplu bir direniş-sabotaj şebekesi ile çıkılabileceğinin savunucusudur. Situasyonistler; nihilistleri devrimin doğal müttefiki addedip, onları kendini değil sistemi tahrip etmeye davet ederler.
*
Nihilist felsefenin kuşkusuz en büyük katkısı hümanizm denen söylemin tutarsızlığını ortaya sermesidir. Eğer var olabilirse toplum düşmanı hareket, baştan insanlık düşmanı bir hareket olacaktır. Bu güne geldiği haliyle insanın kendisine karşı bir çıkıştır. Ki bu hareket yeni bir evrimin koşulsuz tetikleyicisi, kışkırtıcısı olmak zorundadır. Sadece tüketici bir beden olan insandan artık kurtulma vakti gelmiştir. Çoğunluğun, toplumun sözcüleri bu çağrıları baştan sapıklık, sapkınlık ilan edecektir. Oysa bu dünyada normal, doğal ya da kendi olmak bir suçtur. Şimdi Maldoror’un kadim türkülerine geri dönmenin vakti.Tarih boyunca hep topluluk insanı ve ona dahil olmayan-olamayan, dışında kalanlar. Onlar; şairdi, deliydi, sahte peygamberdi, filozoftu, çocuktu, teröristti…
*
İnsanın sefil varoluşunun aşılmasına dair Avrupa merkezinden yükselen ilk büyük çığlık sanırım Nietzsche’ydi. Bizlerde hep batı merkezli düşünce dehlizine esir kalmışız. Oysa, Nietzsche’nin üst-insan arayışına Zerdüşt’ten başlaması anlamlıdır. Bu arayış Artaud’la, Breton’la,W.S.Burroughs’la, Beuys’la devam edecektir. Artaud Bali’den Meksika’ya kadim düşüncelerin büyüsüne kapılırken, Breton vodoo’nun peşine düşecek, Burroughs ise Tanca da bir interzone yaratacak, Beuys yaşam soluğunu keçi derisinden bir şaman çadırında bulacaktır.
Özgürlük için bu yeni dirilişin-direnişin ilk cephanesi metafiziğe dönüş olacaktır. İnsanı aşmak, et ile hesaplaşmak, yeni bir ruhsallık yaratmak; başlangıç olarak toplumdışı örgütlenmeler değilse de iç-uzaylar oluşturmak; ilk başta çoğunluğun söyleminden kurtulmak (zavallı dil hala çoğulu imliyorsun). Esir alınmış sözcükler- demişti situasyonist Khayati; sözcüklerin artık göndermelerin göstergeleri olamayacağını bilmek ve konuşmanın bir çeşit yalan söylemek olduğunu…
*
Aydınlanma geleneği ile Aydınlanma Düşüncesini yıkmaya çalışıyoruz. Oysa düşünce pure halde hep evrenseldi. Doğu ya da batı, kuzey ya da güney düşünceleri yoktu aslında, sadece düşünce vardı. Beynimi oyan, beni oyuna ayartan, akışkan düşünce. Dural olan sadece akıldır. Doğmaların üretildiği, manifaktur sektörüdür akıl, asıl düşmanımız olan. Bu yüzden batı düşüncesini yıkıma uğratmanın pek bir anlamı yok, Nietzsche’nin yel değirmenlerine karşı savaşıydı bu.
Akla karşı savaşta yekpare düşüncelere sarılmak zaaf olabilir, düşünce gibi akışkan olmalıyım. Bilginin gerçek kaynağı akıl değil, düşünceydi hep. Aklın bana dayattıklarını kovup, kendi ruhumda, kendi düşüncemi, felsefemi oluşturmak zorundayım. Bu yolda, ne kadar şüphe edip şaşırsam, sınırlamazsam kendimi, o kadar özgür olacağım. Yanılmaktan utanmamak gerek, asıl utanılacak olan çoğunluğun doğmalarına esir olmaktır. Özgürlük otomatik pilot tanımaz, şaşmaktan korkmamalıyım. Uzlaşmaya, müzakerelere, antlaşmalara inanmayalım, şu haliyle insan varlığı bir düşkünlükse, çatışmaktan, kötü olmaktan, lanetlenmekten, deli ilan edilmekten, yalnız kalmaktan korkmayalım.
Ve ben’e dek bölüneliyim ki, özgür ben’lerin birliğinden evrenin sonsuzluğu ile uyumlu ve özgür bir dünya kurabilelim. İşte o zaman toplum denilen yalanı silecek, şiirin deliliğin ve çocukluğun aynı şey olduğunu tüm ruhumuz ile hissedebileceğiz.
Rafet Arslan
Haziran-Aralık 2009
Anadolu Yakası
Gönderen deadman
Gönderen deadman
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder